Mmerhaba, merhaba merhaba! Şu an, uzun zamandır kafamda tasarladığım ama bi’ türlü ertelemenin ötesine çıkaramadığım birtakım konulardan bahsedeceğim. Bunu bir konsept olarak belirlemeyi çok isterim ama bunu yapabilir miyim bilmiyorum, şimdilik sadece bunu yazmakla ilgileneceğim o yüzden,
Filmlere karşı bakış açımı değiştiren birkaç kırılma noktası var şimdiye kadar, bunlardan birisi yedi sekiz yıl önce, ve ben bayağı küçükken, film geceleri yaparken hiçbir şey anlamadan eternal sunshine of the spotless mind izlediğim andı. ”Bunu büyüdüğümde tekrar izleyeceğim” dediğimi hatırlıyorum, diğer bir kırılma noktası de Kieslowski’nin Üç Renk üçlemesini izlediğim döneme tekabül ediyor. Eternal Sunshine of the Spotless Mind kısmını başka bir kararıma saklıyorum, bugün Kieslowski ile başlayan, belki modern sinema belki festival filmleri belki de saadece durağan olarak tanımlandırılabilecek filmler izleme serüvenimde bana eşlik eden yönetmenlerden biriyle, Joachim Trier’le olacağız.
Trier sinemasına dair aklıma gelen ilk şey kişiselliğinin getirdiği ikilemi sanırım, amaçlar ve amaçsızlıklar, koşup bir şeylere başlama hevesi ve ”bunu kim yapacak ya” hevessizliği, hayal etmek ve çoğu zaman hayal kırıklığıyla başa çıkmaya çalışmak. Bazen çok mutlu olmak ve bazen de hiç mutlu olmamak. İlk uzun metraj filmi Reprise’tan itibaren düzenli olarak melankolik ve arabesk karakterleriyle bana hep tanıdık bir şeyi hatırlatmıştır. (kendimi.şaka.)
Başka bir bakış açısıyla yorumlanırsa konfor alanı olarak görülebilecek bir yuvarlak çizmesi var filmlerin aslında, birçoğu benzer yerlerden, benzer konular etrafında dolanıyor olsa da bu ufak saplantı hali benim çok hoşuma gidiyor. Karakterlerin takıntıları ve eylemsizlikleri yüzünden hayatlarına devam etmenin ne kadar sancılı olduğunu görmek kendi hayatımda ”n’apıyorum ya ben?” sorgulamasını yaşamam için bana yerinde bir motivasyon sağlıyor, motivasyon sayılmaz aslında, zorundalık oluşturuyor. Bak, diyor, bir şeyler yapmak lazım ama bir şeyler yapmak bazen ne kadar da zor. Ama, diye ekliyor; burada kalan tek kişi sen değilsin.
Genel olarak filmlerinde Anders Danielsen Lie’nin yer almasındaki bilinirliği bile çok seviyorum, belki bunun metaforik bir anlamı yoktur da Anders Bey’in yüzü bütün dramalara hemen uyduğu için kolaylık olduğundan seçiveriyordur, ama böyle olsa dahi, kolaya kaçmanın bile bir metafor olduğunu anlatabilecek bir sempatim var Trier’e karşı. metafor kelimesini kullanmayı çok sevdiğim için de olabilir.
Buraya yönettiği ve senaryosunu oluşturduğu filmlerin filmografisini iliştiriyorum. Filmlerini ufak ufak anlatmak yerine filmografisini yazıyorum ki, ne yazsam diye düşünmek yerine bunu bir seriye dönüştürebileyim. Oslo üçlemesine ithafen Trier hakkında üç yazı. aynen.
Pieta – 2000
Still – 2001
Procter – 2002
Bunlar kısa filmleri
Reprise, 2006
Oslo, August 31st , 2011
Louder Than Bombs, 2015
Thelma, 2017
The Other Munch, 2018
The Worst Person in the World, 2021
”hissettiğimiz her şeyi kelimelere dökmek zorundayız, ben bazen bir şeyleri sadece hissetmek istiyorum.”