Hem iyi hem kötü hissettiren: A Man On The Inside

Geçenlerde bir arkadaşımın önerisiyle aklımda kalmış, aslında bir sürü ödev yetiştirmem gereken bir cumartesi akşamında tekrar aklıma gelmesiyle başladığım ve fark etmeden aynı gece bitirdiğim bir diziyle tanıştırmak istiyorum sizleri. The Good Place’te deli gibi severek izlediğim Ted Danson bu dizide, bir yıl önce eşini kaybetmiş bir adamı, Charles Nieuwendyk’ı canlandırıyor. Eskiden bir mühendis ve bir profesör olan bu adam, eşinin yokluğunda tamamen kabuğuna çekilmiş biri. Gazetelerden haberler kesip gönderdiği, sanırım bu onun için bir love language haline gelmiş, kızı (Mary Elizabeth Ellis, daha önce -yine aynı arkadaşımın önerdiği- It’s Always Sunny in Philadelphia oynamış.) onun için endişeleniyor ve çalışmaya dönmesini öneriyor. Yine gazeteden haber keserken bir ilanla karşılaşıyor karakterimiz, 75-80 yaşlarında ve telefon kullanmasını bilen bir araştırma asistanı aranıyor!

Özel dedektif olarak hayatını sürdüren Julie (Lilah Richcreek), huzurevinde yaşayan annesinin çalınan kolyesinin bulunması için özel dedektife başvuran müşterisini yarı yolda bırakmamak amacına huzurevine sızıp bilgi toplayabilecek birini arıyor ve gazeteye verdiği ilan sayesinde yeni çalışanı Charles ile tanışıyor.

The Good Place ve Brooklynn Nine Nine dizilerinin yaratıcılarından, ayrıca The Office’te de yazarlık yaptığını öğrendiğim Michael Schur yine muhteşem bir eser sunmuş karşımıza diyebilirim. Olay örgüsünden bahsettim ama ben diziyi izlerken son iki bölüme kadar ana konuyu unutmuştum, çalınan kolyenin nereye kaybolduğu en son düşündüğüm şey olabilirdi o an dizinin bana hissettirdikleriyle. Belki Ted Danson bana The Good Place’i -spesifik olarak finalini- anımsattığından, belki o gün farklı bir melankoli yaşadığımdan bu dizi bana sadece bir durum komedisi gibi gelmedi; huzurevinde geçen dizide her karakterin yaşadığı güçlükler, kaybettikleri sevdikleri ardından yaşadıkları boşluk hissi, özlem, yaşla beraber gelen veya artan hastalıklar, sıkıntılar, o yalnızlık, korku… Karakterlerle beraber bunları resmen kendim yaşadım, bunu sekiz bölümde bana bu kadar hissettirmesi biraz ben ve benim yengeç burcu olmamdan kaynaklı olabilir ama gerçekten beni hiç beklemediğim bir (sürü) yerden vurdu. Keyifli bir sitcom olması gerekiyordu, beni ağlatması değil!

Dolu dolu sekiz bölümün ardından tabii ki de her sorun çözülüyor falan filan, dizinin sonunda 2. Sezon olabileceğine dair bir atıf olsa da bu hali bile bana muhteşem bir duygusal roller coaster yaşattı anlayacağınız. Bana bu diziyi önerdiği için Gökçe’ye ne kadar teşekkür etsem azdır..

Yazıda ismini geçirmediğim sayısız sürpriz oyuncu var. Size önerim, maksimum keyif için oyunculara hiç bakmadan Netflix’te oynatmaya başlamanız ve arkanıza yaslanmanız. Keyifli seyirler dilerim!

Bu yazıyı paylaşın:
Sonraki yazı
Nobody Wants This: Tekrar hoş geldin Fleabag?
Önceki yazı
Son Perde

Başlıklardan...