Nolan’ın tarihi perspektifi: Oppenheimer

21 Temmuz 2023, uzun zamandır durgun sayılabilecek ‘sinema’ olgusunu tekrar canlandıran bir gün oldu. Bir tarafta Greta Gerwig’in yönetmenliğini üstlendiği ve pembe olan her şeyin arasına kendini sev!  temalı mesajlar konduran Barbie, diğer tarafta ise Christopher Nolan’ın yönetmenliğinde olan  karanlık ve çatışma dolu Oppenheimer.

Cillian Murphy’nin muazzam oyunculuğuyla birlikte bütün korkuyu, pişmanlığı ve hüznü yansıtan gözleri filmi birkaç tık daha yukarıya taşıyor, filmin oyuncularından Emily Blunt şöyle söylüyor; Billie Eilish’in ‘Ocean Eyes’ şarkısı gibi.

Filmde Robert Downey Jr., Matt Damon, Florence Pugh ve daha bir sürü değerli oyuncunun varlığı, Christopher Nolan’ın filme bakış açısı, renk ve renksizlik; kısmen pişkinlik ve huzursuzluk gibi karşıtlıkların bir arada bulunması gibi birçok detay, Nolan’ın en iyi filmi yapmasa da, bence, bayağı iyi filmlerinden birisi yapıyor. Oscar alır mı, muhtemelen alır. Kutlu olsun.

Oppenheimer, tarihin dönüm noktalarından biri olan 2. Dünya Savaşı sırasında, J. Robert Oppenheimer’ın (Cillian Murphy) liderliğindeki Manhattan Projesi’nin yolculuğuna odaklanıyor. Film, genç bir adamın Avrupa’daki deneyimlerinden Kaliforniya’daki profesörlük görevine kadar olan hayat hikayesini anlatarak, bilim dünyasının ve insanlığın kaderini nasıl etkilediğini gözler önüne seriyor. Ancak sadece bilimsel keşiflerle sınırlı kalmıyor; Oppenheimer’ın Kızıl Korku döneminde komünist bağları nedeniyle hükümetin peşinden gelmesiyle yaşadığı zorluklar da filmde anlatılıyor.

Siyah-beyaz olan sahneler, Lewis Strauss’un (Robert Downey Jr.) gözünden, renkli sahneler ise Oppenheimer’ın bakış açısına göre canlanıyor. Aslında bu yüzden Oppenheimer iki farklı kişilikle karşımıza çıkıyor, kısmen. Bu, filmin doğrusal bir senaryoyla değil, zaman dilimlerine bölünmüş şekilde olduğunu anlatmaya çalışan detaylardan birisi.

“Prometheus tanrılardan ateşi çaldı ve onu insanlara verdi. Bunun için bir kayaya zincirlendi ve sonsuza kadar işkence gördü.”

Kişisel olarak şunları ekleyebilirim: Prometheus referansı, diyaloglar, müzikler (Ludwig Göransson’ın her sahne artan gerilimi ve dramı olağanüstü bir şekilde artıran inanılmaz müzikleri) gerçekten çok hoştu. Amerikan propagandası fazla var mıydı, o kadar da fazla yoktu belki ama Emrah Safa Gürkan’ın da yorumunda belirttiği gibi; Bir İtalyan, bir Alman yönetmen yönetmiş olsaydı daha farklı bir bakış açısıyla izlemiş olurduk muhtemelen fakat Christopher Nolan yani, yapacak bir şey yok. Bu arada, Christopher Nolan’ın da uzun zaman sonra yönetmiş olduğu en kişisel, kısmen biyografi oluşundan ziyade karakter analizi taraflı, film olabilir.

Soundtrackleri de şuraya iliştiriyorum, iyi seyirler ve keyifli dinlemelerle efenim; ben Nicki Minaj’dan Barbie World dinlemeye devam ediyor olacağım.

“Now I Am Become Death, The Destroyer Of Worlds.”

 

 

Bu yazıyı paylaşın:
Sonraki yazı
4 Ağustos’ta vizyona girecek 10 film
Önceki yazı
Tarihin canlandığı film: Müzede Bir Gece

Başlıklardan...